Hayat anlamsız mı?
Albert Camus şiddet içinde yetişti. Anavatanı Cezayir, yerli Cezayirliler ve sömürgeci Fransızlar arasındaki çatışmanın içine batmış durumdaydı. Babasını Birinci Dünya Savaşı’nda kaybetti ve ikincisinde savaşmak için yetersiz görüldü.
Fransa’da veremle savaşırken ve savaşın tahribatıyla yüzleşirken direniş gazetecisi olarak, Camus çaresizliğe kapıldı.
Sonu gelmeyen tüm bu katliam ve acıya hiçbir anlam veremiyordu. Dünya anlamsız mı kişisel yaşamlarımızın hâlâ bir değeri var mı diye sordu.
Camus’un çoğu çağdaşı varoluşçuluk denen yeni bir felsefe altında benzer soruları araştırıyordu. Varoluşçular insanların boş levhalar gibi doğduğuna, bu kaotik dünyada her birinin hayatlarının anlamını yaratmasından sorumlu olduğuna inanıyorlardı.
Ancak Camus bu düşünce ekolünü reddetti. Tüm insanların onları ortak amaçlara bağlayan ortak insan doğasıyla doğduğunu ileri sürdü.
Bu amaçlardan biri dünyanın nedensiz acımasızlığına rağmen anlam aramaktı.
Camus insanlığın anlam arzusu ve evrenin suskun kayıtsızlığını uyuşmayan iki yapboz parçası olarak gördü ve bunları birleştirmeye çalışmayı esasen absürt olarak nitelendirdi.
Bu gerilim, yaşamın doğası gereği anlamsız olduğunu ileri süren Camus’un Absürt Felsefesi’nin özü hâline geldi.
Anlamsız nasıl yaşanırı araştırmak Camus’un ilk çalışmasının ardındaki ana konu oldu.
Buna absürt döngüsü adını verdi.
Bu döngünün ve Camus’un yayınlanan ilk romanının yıldızı oldukça iç karartıcı bir cevap sunuyordu. “Yabancı” hiçbir şeye çokça anlam yüklemeyen duygusal olarak kopuk bir genç adam olan Meursault’u takip eder. Annesinin cenazesinde ağlamaz, komşunun bir kadını aşağılamak için tasarladığı planı destekler, hatta şiddet suçu işler fakat Meaursault vicdan azabı duymaz. Onun için dünya manasızdır ve ahlaki yargıların, içinde bir yeri yoktur. Bu tavır Meursault ve içinde yaşadığı düzenli toplumun arasında husumet yarattı. Bu, romanın şiddetli doruğuna kadar yavaşca toplumdan ayrışmasını arttırdı. Kabul görmeyen baş karakterinin aksine, Camus dürüst felsefesinden ötürü övüldü. “Yabancı” hızla üne kavuştu ve Camus absürtlüğün içinde yaşamın değerini araştıran çalışmalar üretmeye devam etti.
Bunların çoğu aynı felsefi soruya geri dönüyordu: Gerçekten yaşam anlamsız mı, intihar etmek mantıklı olan tek cevap mı? Camus’un cevabı çok net “hayır”dı.
Adaletsiz olan dünyamız için hiçbir açıklama olmayabilir ancak her şeye rağmen yaşamayı seçmek gerçek özgürlüğümüzün en derin ifadesiydi.
Camus bunu, Yunan efsanesi olan Sisyphus’a odaklanan en ünlü yazılarından birinde açıklıyor. Sisyphus tanrılara ihanet eden bir kraldı ve bir kayayı bitmeksizin yokuş yukarı itmeye mahkûm edildi.
Bu cezalandırmanın acımasızlığı kendine özgü anlamsızlığında yatıyor.
Ancak Camus tüm insanlığın aynı durumda olduğunu öne sürer ve ancak yaşamlarımızın anlamsızlığını kabul ettiğimizde absürtle başımız dik yüzleşebiliriz der.
Camus’un dediği gibi, kral bitmek bilmeyen görevine bir kez daha başlamayı seçtiğinde “Herhangi biri Sisyphus’u mutlu olarak kurgulamalıdır.”
Camus’un çağdaşları anlamsızlığı kabul ediyor gibi değillerdi. Birçok varoluşçu, insanları faaliyetten ve anlamdan mahrum ettiğine inandıkları sistemleri yıkmak için şiddetli ihtilali savundu.
Camus ikinci çalışmasıyla cevap verdi: İsyan döngüsü. “Başkaldıran İnsan’da başkaldırıyı yaratıcı bir eylem olarak inceledi, yıkıcı olmaktan ziyade.
Camus güç dengelerini tersine çevirmenin sonu gelmeyen şiddet döngüsüne yol açacağına inandı. Bundan ziyade, gereksiz kan dökülmesinden kaçınmanın yolu ortak insani doğamızın toplumsal anlayışının yerleşmesidir.
İronik olarak, çağdaşı olan birçok yazar ve felsefeciden ayrı düşmesini tetikleyen şey görece bu barışçıl fikirlerin döngüsüydü. Uyuşmazlığa rağmen, Camus en uzun ve kişisel romanı üzerinde çalışmaya başladı: “İlk Adam” olarak isimlendirilen otobiyografik bir çalışma. Romanın ümit verici yeni bir doğrultudaki ilk parça olması amaçlanmıştı: Sevginin döngüsü.
Ancak 1960'da, Camus ansızın ancak anlamsız ve absürt olarak nitelendirilebilecek bir araba kazasında hayatını kaybetti.
Dünya onun sevgi döngüsünü görmemiş olsa bile, isyan ve absürtlük döngüleri okuyucularda yankılanmaya günümüzde devam ediyor. Onun absürtlük kavramı dünya edebiyatının, 20. yüzyıl felsefesinin ve hatta popüler kültürün bir parçası oldu.
Günümüzde, Camus belirsizlik anlarının güvenilir bir rehberi olmaya devam ediyor. Fikirleri cüretkâr bir biçimde anlaşılmaz bir dünyayı ilhamla dolduruyor, mağlubiyetten ziyade.
Albert Camus (Fransızca telaffuz: [albɛʁ kamy]; 7 Kasım 1913–4 Ocak 1960), Fransız yazar ve filozof.
Varoluşçuluk ile ilgilenmiştir ve absürdizm akımının öncülerinden biri olarak tanınır; fakat Camus kendini herhangi bir akımın filozofu olarak görmediğinden, kendini bir “varoluşçu” ya da “absürdist” olarak tanımlamaz. 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanarak, Rudyard Kipling’den sonra bu ödülü kazanan en genç yazar olmuştur.[1] Ödülü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik kazasında öldü.